top of page

Tokarczuk'un İntikamı

Güncelleme tarihi: 13 Ara 2020

Güncel edebiyatta beni en çok heyecanlandıran kitaplar “doğa yazını” diye genelleyebileceğimiz, insan-doğa çatışmasını irdeleyen, insanı merkezden indirip diğer tüm türlerle aynı yere koyan, doğa hakkı kavramını açan, içinde yaşadığımız iklim ve doğa krizi gerçekliğine vurgu yapan romanlar oluyor. Aldo Leopold ve çağdaşlarıyla romantik doğa yazını olarak başlayıp başlayıp, bugünkü karşılaştığımız girift, aslında bir miktar kederli ve altyapısında kuvvetli doğa bilgisi dolu şekline evrilmesini adım adım takip etmekten de çok hoşlanıyorum.


Olga Tokarczuk, 2018’de Nobel almasıyla (maalesef daha öncesinde değil) radarıma çok hızlı şekilde giren, ama bir türlü okumaya elimin gitmediği yazarlardan biriydi. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ise çevrildiği andan itibaren etrafımdaki herkesin hızlıca okuduğu, kiminin çok sevdiği, kiminin de nefret ettiği bir kitap oldu. Kısa süre içinde çok kişi tarafından okunması ve yorumlanması beni biraz beklemeye iten, azıcık soğusun da öyle okuyayım kararını aldıran başlıca sebeplerden.


Bir diğer sebep de, kurgunun av ve avcılık üzerine bir eleştiri olduğunu bilmemdi. Her ne kadar söz konusu avcılık olduğunda tarafımız avcılık karşıtlığı olsa da, insan-doğa çatışmasının karmaşık konularından biri olduğunu düşünüyorum. Altını çizmek isterim ki trofi avcılığı ya da spor olarak yapılan avcılık bu karmaşanın kesinlikle bir parçası değil, var olmaması gereken, koşulsuz şartsız yasak olmasını düşündüğüm bir eylem biçimi.


Fakat konu yerel komünitelere geldiğinde, örneğin Selcen Küçüküstel’in bu yıl yayınlanan Rengeyiği Türkleri: Dukhalar kitabında birlikte yaşadığı Dukhalar gibi geçimleri para ekonomisine dayanmayan, yerleşik değil göçebe yaşayan, hayvanlarla ve doğayla kurdukları ilişki bugün tahayyül edemeyeceğimiz derecede eşitlikçi ve adil olan topluluklarda av bambaşka bir konu oluyor. Hiçbir hayvanı arkası dönükken avlamayan, doğadan aldığı kadar doğaya veren, gereğinden fazla adette çim – üç tane çim yerine bir avuç çim – koparıldığında cer iyelerini (yer tanrılarını) sinirlendirdiğine inanan, kendi ölülerini hayvanların yemesi için toprağın üzerine bırakan bir insan topluluğunun hayatta kalmak için yaptığı avla, Amerika’dan Dersim’e, kurşun ve tüfekle birlikte keçi vurmaya gelen avı – belki aynı değerlendirmek gerekebilir, belki ben yanılıyorumdur – aynı kefeye koyamıyorum.


Kitaba geri dönecek olursam, kafamın bu kadar karışık olduğu bir konuda, üstelik Nobel almış bir kadını okumak için bu kadar beklemiş olmam gerçekten anlaşılır gibi değil. O zaman ilk eleştirimle başlayayım: Kitapta av ve avcılık konusunun yüzeysel işlendiğini düşünüyorum. Ninem olsun isteyebileceğim kadar çok sevdiğim, doğrusuyla ve yanlışıyla birlikte gerçek bir karakter olan Duzsejka’nın karşısında tek boyutlu, karikatürize avcıların olması “cezalarını kesmeyi” çok kolaylaştıran bir unsur olmuş. En azından avcıların birini yakından tanıyabilmek isterdim ki, doğa-insan çatışmasının tek hamleli çözümlerle aşılamayacak bir konu olduğunu görelim. Buradaki talebim avcıya adalet değil elbette, avcının kendini aklama alanı ya da avcıyla empati kurabileceğimiz bir alan değil, sorunun karmaşıklığını ortaya çıkarabilecek üç beş detay belki de.


Diğer yandan yazarın sunduğu “avcıyı öldürerek sorunları çözme” yaklaşımı, benim yakın durduğum doğa koruma anlayışının tam ters istikametinde yer alıyor. Eko-faşizm terimini ben kullanmayı seviyorum, her ne kadar teoride otorite sahibi kurumların eylemlerini tanımlama aracı olsa da, günlük hayatta mizantropinin uç sınırlarında bulunan düşünceleri bu şekilde adlandırmak doğa hakkı ararken insan hakkını çöpe atmamam gerektiğini sürekli hatırlatıyor bana. Bu noktada farklı kamplara düştüğümüz pek çokları olabilir, zaten bu kadar çeşitli düşüncenin olduğundan bu alanda çalışmak çok zevkli. Sözün özü, terminolojik olarak yanlış kaçabilcekse de benim eko-faşist olarak yorumladığım bu “avcıyı öldürme” çözüm biçimi, kitabın genel bütünlüğünü, vermek istediği mesajı düşündüğümüzde benim için çok sıkıntılı bir noktada. Dolayısıyla kitabın doğa-insan çatışmasına bir çözüm sunduğunu söyleyemeyiz belki ama, Tokarzcuk’un intikamı olduğu söyleyebiliriz. Kurgusal olarak baktığımızda da kitabı zayıflatan şeylerden biri bu, son 20 sayfada, Duzsejka’nın yakalanacağını anladığında tüm cinayetlerini anlatması beni biraz üzdü. Bilmediğimiz bir şey değildi katilin kim olduğu belki ama, biraz daha oyunlu bir son beklerdim ben.


Eh, her şey kötü değildi elbette. Kitabı benim için çok önemli bir yere koyan konu, günümüzde çok sık karşılaştığımız “doğaya kaçan modern insan” eleştirisi ya da güzellemesi olmamasıydı. Duzsejka sadece oradaydı. Şehirde de yaşamıştı, orada bir evi vardı hatta, fakat şimdi yaşlanmıştı ve Polonya ile Çekya arasında, kışın sadece 3 kişinin yaşadığı bir köydeydi. Bu kadar. Üç beş tane, kendi gibi “dünyanın işine yaramayan” arkadaşıyla kurduğu o uzak, ama bir şekilde de çok içten ilişki çok güzel anlatılmıştı. Roman karakterlerini kendi ağzından okuyor olmak her zaman bir artı olmuyor, ama burada benim öz çatlak nineme dönüştü Duzsejka.


Son bir şey söyleyip bu yazıyı bitireceğim artık. Bilimci, pozitivist, doğayı deney ve gözlemlere dayalı şekilde algılamaya çalışan kişiliğim, astroloji kısımlarını okurken çok büyük bir sınav verdi. Ama bir notadan sonra dedim ki “anlat çatlak ninem ben seni dinlerim.”

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page