top of page

Sessizi mi Anlatıyoruz, Kendimizi mi?



Akademik merakımı dürtükleyen, yazarın ya da kitabın adını Google Scholar'da aratıp hakkında yapılan araştırmaları ve yayınlanan tezleri okuma isteği uyandıran, teorik bir bağlama oturtabileceğim hissini veren romanları okumaktan çok keyif alıyorum.


Yoko Tawada'nın Bir Kutup Ayısının Anıları, benim için yukarıdaki tüm tanımlara uyan kitaplardan biri oldu. Peşine yeni okumaları çağırdı, yeni yaklaşımlar öğrenmeye zorladı ve belki hepsinden önemlisi; bu süreç çok keyifli devam ediyor.


İsimsiz büyükanne, anne (Toska) ve torun (Knut) olarak bir kutup ayısı soyunun yarı-otobiyografisi olarak tanımlayabilirim kitabı. Bu tanım kendi başına zaten çok önemli birçok soruyu ortaya döküyor: Kendi hikayesini yazan hayvanların anlatılarına 'otobiyografi' diyebilir miyiz? Bir insan olarak, hayvanları (ya da insan-dışı tüm varlıkları) seslendirmemiz ne kadar gerçekçi ya da etik? Mağdur olan bir sessizi seslendirmek çok önemli ve elzem gibi gözükse de, bunu hakkıyla yapabilmemiz mümkün mü? Biraz da ekoloji bağlamına kayarak, iklim değişikliğini, türlerin yerinden edilmesini veya neslinin tükenmesini edebiyat aracılığı ile anlatmamız mümkün mü? Ve daha niceleri...


Öncelikle söylemeliyim ki bu soruları cevaplamak benim için neredeyse imkansız. Biraz da takip ettiğim akademik çizginin dayattığı bir zorlamayla, yeterince kuramsal okuma yapmadan cevaplamaya çekiniyorum. Ama bunun bir blog yazısı olmasının bana verdiği yetkiye dayanarak bir iki tanesini deşmek isterim. Ben, insan-dışı canlıların seslendirilmesini niçin yaptığımızın, anlatının etik konumunu belirleyen ilk faktör olduğunu düşünüyorum. Yani, kutup ayısını anlamaya çalışmak için yazmakla, kendi derdimizi anlatmanın bir aracı olarak köpeği kullanmanın (Kemal Varol, Haw) arasında temel bir dünya algısı farkı olmalı. İkincisinin etik olarak sıkıntılı olduğunu söyleyemesem de, başka araçlar kullanmak da mümkünken neden köpeğin seçildiğini sorgulama hakkını verebilirim kendime. Hakkıyla yapabilme konusuna da gelecek olursak, sanırım hemfikir olabiliriz ki bu mümkün gözükmüyor. Gelecekte bizimle aynı dili konuşabilecek, bizim dünyayı algıladığımız şekle çok yakın algılayan, mesajları bize çok tanıdık olan bebeklerle bile iletişim kuramazken; tamamen bizden farklı zihinsel yetilerle donanmış, dünyayı başka şekilde, hatta çoğu zaman bambaşka renklerde gören canlıların iç dünyasından nasıl emin olabiliriz ki?


Edebiyatın, içinde bulunduğumuz doğa krizini anlatmada, içselleştirmede bir araç olup olamayacağı zaten başlı başına bir araştırma alanı günümüzde. Türkçe edebiyatta Sema Kaygusuz, Latife Tekin, Hasan Ali Toptaş gibi yazarların anlatılarının doğa duyarlılığı açısından ne ifade ettiğini inceleyen birçok araştırma yayınlandı. Bunların detaylarına girmeden, benim için ne ifade ettiğini anlatayım biraz. Edebiyatın, bu kaygıyı taşıdığı sürece, içinde bulunduğumuz doğa ve iklim krizinin boyutlarını ortaya koymada çok önemli bir araç olabileceğini düşünüyorum. Salon camımızdan her gün baktığımız kiraz ağacı kesildikten sonra hissettiklerimizi anlatabilmenin edebiyatsız bir yolu yokmuş gibi gözüküyor bana. Çemberi daha da genişletirsek, büyüdüğümüz gölün kurumasının, en sevdiğimiz kuşun sesini bir daha duyamayacak olmanın, yitirdiğimiz fundalıkların acısını herhangi bir akademik metin anlatamaz (emin değilim bundan gerçi). Fakat diğer yandan da, edebiyatın mucize çözüm olduğunu da düşünmüyorum. Çok iyi metinlerin, mükemmel kurguların bir anda neoliberal politika üretici ve uygulayıcılarına "bi' dakka ya ben napıyorum" dedirtebileceğini zannetmiyorum. Doğa ve iklim kriziyle baş edebilmek bir toplumsal davranış mevzusu bana kalırsa. Toplumsal bilinç uyandırmada çok kuvvetli bir araç olarak gördüğüm edebiyatın, salt kendi başına değişimi getirmesi olası değilse de, bu değişim için gerekli olan beşeri bilimlerin ve doğa bilimlerinin birleşim kümesinin olmazsa olmazı...


Biraz da kitaba döneyim: Okuma derinleştikçe, isimsiz büyükanne, Toska ve Knut'un yaşamlarına dahil oldukça en az yukarıdakiler kadar cevaplanması zor sorularla karşılaşıyoruz. Çok uzatmamak adına benim için en önemli olan bir tanesini sorup, artık cevapsızlığımızın altını çizmeyi bırakacağım: Annelik, sadece kadın olmakla ya da insan yavrusu büyütmekle mi tanımlanmalı? Hem isimsiz büyükannenin hem de Knut'un erkek bakıcılarıyla kurduğu iletişim bana bu konuda yeni bir pencere açtı diyebilirim. Knut'un, (annesi Toska'nın onu yavrusu olarak kabul etmeyip emzirmeyişi üzerine) erkek bakıcısı Matthias'ı kaybının ardından biraz deşiyor Tawada bunu, etkilenmemek mümkün değil. Memeli hayvanlarda tutsaklık durumunun ebeveyn - yavru ilişkisinin dinamiklerini bozduğunu vurgulaması açısından da önem taşıyan bir ayrıntı.


Bu sonsuz soru doğurma halinin kitabı kapattıktan sonra dahi devam ettiğini artık söylememe gerek yok sanırım. Anlatıcı insanla ayının birbirine geçtiği, zihinsel olarak dolaştığı ve çözemeyeceğimizi anladığımız anlarla dolu, bize özgü konuşma dilinin bir hayvan tarafından kullanılırken nasıl yetersiz kalabileceğine şahit olduğumuz, bence son yıllarda yazılmış en dahiyane kitaplardan biri bu.


Kitabın üç bölümden oluşan inşası; isimsiz büyükanne, Toska'nın hikayesini Toska'nın ağzından yazan sirk bakıcısı Barbara ve kendini üçüncü tekil şahıstan anlattığını sonradan anladığımız Knut da bir akışı temsil ediyor aslında. Büyükannenin sürgün konseptini anlayamadığı bölümlerden çok etkilendim. Özellikle ikinci bölümde "başkasını anlatabilmek için önce kendini anlatman gerek" diye çıkarım yaptığım Barbara'nın Toska'nın yaşamıyla kendi yaşamını bütünleştirerek anlatması benim için epey çarpıcı oldu. Son bölümde Knut'un Berlin sıcak hava dalgalarıyla verdiği mücadele ve girdiği belki de 'depresyon'u, hayali arkadaşlarının hüznünü uzun süre unutamayacağım.


Son yıllarda ekodistopya, ekokurgu ya da daha genel anlamıyla ekolojik bir mesaj verme kaygısı taşıyan anlatıların sıklıkla yazılmaya başlanması beni heyecanlandıran konulardan biri. Tawada'nın bu kitabında anlatıyı zenginleştiren ve derinleştiren başka birçok kaygıyla birlikte var olmasını, doğayı ve doğalı yitirme hüznünü tekil olarak hissetmeyişimizle çok uyumlu buldum. Üstelik bu hüzün insana içkinmiş gibi algılamaya, sadece bize hizmet eden, bizim için var olan bir şeyi bozmuşuz ve orada başka düşünen, hisseden, anlayan kimse yokmuşçasına davranmamıza karşı çok güçlü bir eleştiri olduğunu düşünüyorum.



Takip eden okumalar:

Frederike Middelhoff - (Not) Speaking for Animals and the Environment: Zoopoetics and Ecopoetics in Yoko Tawada’s Memoirs of a Polar Bear

Olga Tokarczuk - Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde

Başak Ağın - Posthümanizm


Konuyu besleyici okumalar:

Greg Garrard - Ekoeleştiri

Serpil Oppermann - Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat

Ecinniler Dergi Sayı 3 - Ekolojik Edebiyat Mümkün mü?

Ufuk Özdağ - Çevreci Eleştiriye Giriş

Sema Kaygusuz & Deniz Gündoğan İbrişim - Edebiyatın Kuşkusu: Eko-kurguda Şiddet, Keder ve Yas (YouTube'da)





206 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page